Tarih 21 Ekim 1999 sabahı, yer Çayyolu Engürü Sitesi. Ahmet Taner Kışlalı Cumhuriyet gazetesine ‘Kınıyorum’ başlıklı yazısını fakslamış, ardından eşi Nilüfer Kışlalı’yı işe bırakıp kendisi Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde derse girecekti…
Henüz 29 günlük olan minik bebeği Nilhan Kışlalı’nın üşümemesi için eşine “Nilüfer, ben arabayı getireyim, siz iki üç dakika sonra gelirsiniz” diyerek evden çıkıp arabasına gitti; silecek ile kaput arasına konulmuş poşete sarılı gördüğü paketi sol eliyle aldı, kapıyı açtı ve bom!
Ahmet Taner Kışlalı 21 Ekim 1999 sabahı Cumhuriyet gazetesine şu yazısını fakslamıştı
Kınıyorum!
Tuğgeneral Prof. Yalçın Işımer’i hiç tanımazdım. Önce TV’de gördüm. Ardından gazetelere yansıyan birkaç tümcesini okudum. Ve gönülden alkışladım.
Derken dinci ve gerici çevrelerden yaylım ateşi geldi.
Merak ettim, GATA’daki öğretim yılını açış dersindeki konuşmasının tümünü buldum. Özenle ve giderek artan bir coşku ile okudum.
Kendisine saygım katlanarak arttı. Ve o konuşmanın tümünü milyonlarca kişinin okumamış oluşundan dolayı hayıflandım. Özellikle de iki kişiyi üzülerek kınama geldi içimden. Birincisi dinci, diğeri ise “milliyetçi-mukaddesatçı.” Düşüncelerini genelde paylaşmasam da saygı duyduğum iki kişiyi (Sayın Recai Kutan ve Sayın Avni Özgürel).
Ya “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi oldukları için” …
Ya da – daha kötüsü- bilerek “bilmezlikten geldikleri” için!
Sayın Işımer’in konuşması “ulus, din ve dil” bağlantısı üzerine kurulmuş.
Dili çok önemseyen, Tanrı’ya inanan, Kemalist bir düşünürün, büyük bir birikimini yansıtıyor o konuşma…
Özünde ne diyor?
Başka bir ulusun diliyle konuşanların, giderek o ulus gibi düşüneceğini…
Ülkemizde dilimizin Arapça-Farsça sözcüklerden arındırılmasına karşı çıkanların Kurtuluş Savaşı’na ve devrime de olumsuz tutum takındıklarını… Tanrı’ya öz dilimizle ulaşmanın daha kolay olduğunu… Hazar Türklerinin Museviliği benimseyip İbranice’yi öğrenmeleri ile giderek Yahudileştiklerini… Arthur Koestler’in belgelediği gibi, Hitler’in Yahudi soykırımından Macaristan ve Polonya’daki Hazar Türklerini de nasibini aldığını…
Ve ekliyor:
“Türkçe ninnilerle büyüdük, dualarımız da Türkçe olacak…”
“Tanrı her yerdedir, her şeyi bilir. Kuşkusuz Türkçeyi de…”
“Din adamları bin yıl boyunca Kuran’ı Türkçe ‘ye çevirtmemiş, ibadetin Türkçe yapılmasına rıza göstermemişlerdir. Atatürk’ten başka hiç bir devlet adamı neden Türkçe değil de Arapça diyememiştir, bu gün de diyememektedir. Tanrı kişilerin bireysel ihtirasını, ulusal çıkarların önüne koymasın. amin…”
“Tanrı Arabistan sınırlarının çok ötesine taşmıştır. O evrenin ulu yaratanıdır…”
Bu mudur dine ve inanca saldırdığı öne sürülen konuşma?
Sayın Işımer dinine de saygılı, diline de. Konuşmasını ünlü dilcilerin Türkçe üzerindeki övgülerinden örnekler de içeriyor.
Max Müller: “Türkçe, Türk düşüncesinin yaratıcı gücünün eseridir. Bu dil, insan aklının üstün kudretinin ürünüdür. Türkçe kadar kolay anlaşılan, zevk verici pek az dil vardır.”
Paul Roux: “Türkçe akıl ve düşünce dolu, matematiksel bir dildir.”
Moliere: “Şu Türkçe ne hayran olunacak dil, az sözcük çok şey söyler.”
Sayın Işımer, keşke Nazım’ın, Ferhat’ın Şirin’e seslenişine de yer verseydi: ” Konuştuğum dil kadar, Türkçem kadar güzelsin!”
Dile saygılı, dine saygılı, ulusa saygılı
Öyleyse bazı dincilerin “milliyetçi-mukaddesatçı”ların hışmı neden?
“Atını dövmeyen semerini döver” derler.
İşte Arap kültürünü İslam adına Türkiye’ye dayatmak isteyenlerin buldukları semer de şu tümcelerdeki tek sözcük:
“Kuran’ı Türkçeye çevirmedi, Atatürk’ün ricasını yerine getirmedi diye Akif’i aziz kılanlar, şimdilerde Mehmet Akif Üniversitesi kurma çabasındalar. O üniversiteden çıkan kafalar, bilinmelidir ki al – ahzar kafalı adamlar olacak. Arap’ın adamı olacaklar. Biz bu adamlara adam sen de demeyeceğiz, bu adamları belleyeceğiz.” ‘Belleme’ sözcüğünün sözlük anlamını Oktay Akbal geçenlerde ayrıntılı bir biçimde köşesine aldı.
Sayın Işımer’in “onları öğreneceğiz ve unutmayacağız” demek istediği açık.
O tümcenin Cumhuriyet’e inananları uyarmak için konduğu da açık.
Ama bizimkiler ‘belleme’yi sözlük anlamında değil de, ‘argo’daki anlamında değerlendirmekte ısrarlılar. Çünkü Türkçe değil Osmanlıca düşünmeye alışmışlar. Belki de küfürlü düşünmeye alışmışlar.
Bu kadar düzeyi yüksek, dili alkışlanacak bir konuşmada ve böyle bir bütün içinde ‘belleme’nin ancak tek bir anlamı olacağını göremiyorlar.
Ya da görmezlikten geliyorlar.
Çünkü konuşmanın bütününün sırtlarına yüklediği suçlamaya verebilecekleri hiç bir inandırıcı yanıt yok!
Konuşmanın tümünü okumadan konuşmuşlarsa ayıp!
Cumhuriyet Gazetesi General Işımer’in “Atatürk’üm ve Türkçem” başlıklı açış ders metninin tümünü yayınlamalıdır.
Yayınlamalıdır ki, bazıları daha çok bilinçlensin ve bazıları daha çok utansın…
Akit Gazetesi 13 Mayıs 1999 günü “Halkı Köpeğe Benzetti” manşetiyle Ahmet Taner Kışlalı’nın fotoğrafını üzerine çarpı koyarak yayınlamıştı
Söz konusu fotoğrafla ilgili Akit yöneticisi Hasan Karakaya “Hedef göstermek için yapılmamıştı. Tavrımız sadece Kışlalı’nın yazısına yönelikti” açıklamasıyla yetindi.
Oysa çarpı işareti olumsuzluk olarak ‘buna katılmıyorum’ veya ‘onay bildirmek’ için kullanılan bir işarettir. Bir şahsın fotoğrafının üzerinde çarpı işareti kullanmaksa olumsuzluk olarak ‘bunu istemiyorum’ anlamına gelmektedir-ki Hasan Karakaya da Ahmet Taner Kışlalı’nın fotoğrafının üzerine koydukları çarpı işaretinin bu anlama geldiğini ve gerçekte de hedef göstermek istediklerini adı gibi biliyordu.
Yalnızca Ahmet Taner Kışlalı’nın fotoğrafının üzerine çarpı işareti koydukları cesaretleri kadar ‘evet biz hedef gösterdik, öldürülsün diye koyduk’ cesaretini göstermediler.
Ahmet Taner Kışlalı, Fethullah Gülen tehlikesine de dikkat çekmişti
Türk toplum değer yargılarına baktığımızda bir şahsın fotoğrafının üzerine çarpı işareti koymak sizce ne kadar safça bir davranış olabilirdi?
Ahmet Taner Kışlalı, 17 Ekim 1999 günü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Tanrı’yı kim kullanır?” başlıklı yazısında, Laiklik, Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk karşıtı faaliyetlere ve Fethullah Gülen tehlikesine dikkat çekiyor; Gülen’in hükümetlerin ve Batı’nın desteğiyle nasıl güç kazandığının altını çiziyordu. Ve bu yazı yayınlandıktan dört gün sonra öldürüldü. İşte o yazı:
Tanrı’yı kim kullanır?
Giordano Bruno ne güzel söylemiş:
“Kötüler Tanrı’yı, Tanrı ise iyileri kullanır!..”
Tanrı peygamberleri kullanmış.
Read More Bilge kişileri kullanmış…
Atatürk ve benzeri devrimcileri kullanmış…
Ya Tanrı’yı kimler kullanmış?
Gerilere gitmeye ne hacet!.. Ne demiş Türkiye’deki Nurcuların önderi Mehmet Kutlular:
“- 28 Şubat sürecinin planları Gölcük’teki Deniz Kuvvetleri’nde yapıldı. Depremin üssü de orası. Depremin olmasında başörtülü öğrencilerin okullara alınmaması da rol oynadı…” Hem de bunları camide, Said-i Nursi için düzenlenen mevlitte söylemiş.
Türkiye’deki Nurcuların aslında iki önderi var. Birisi Mehmet Kutlular, ötekisi ise Fethullah Gülen.
Said-i Nursi Atatürk’ü “deccal” ilan etmiş. Cumhuriyete karşı savaş vermiş. Ama ilkin Demokrat Parti’yi yönetenlerden, arkasından da Sayın Demirel ‘den büyük saygı görmüş. “İade-i itibar” ı sağlanmış. Derken sahneye Prof. Şerif Mardin gibi, özellikle Amerikalılar nezdinde büyük saygınlığı olan bilim adamları çıkmışlar.
Said-i Nursi’yi peygamberlik düzeyine çıkaran, mucizeler yarattığını öne süren, “Anadolu aydınlanmasının öncüsü” gibi gösteren, övücü kaynakları alıp karşıt kaynaklara sırt çeviren, çok “bilimsel” (!) incelemeler döktürmüşler.
Ardından, Sayın Mardin’in Türkiye Bilimler Akademisi’ne üye yapılması için baskılar başlamış. İç ve “dış” baskılar… Özellikle de basındaki bazı numaracı cumhuriyetçiler tarafından desteklenen ve körüklenen baskılar.
Ve bu arada Fethullah Hoca almış başını gitmiş. Işık evleri.. Öğrenci yurtları.. Özel okullar.. Devletin köşe başlarına kadar uzanan bir imparatorluk.. Devletin okullarına devletçe “tavsiye” edilen cumhuriyet ve çağ karşıtı kitaplar. Papa ile sağlanan görüşme.. Devletin dış temsilcilerince havaalanlarında karşılanmalar.. Elçiliklerde konuk edilmeler. Niçin? “Ilımlı İslam” olduğu için. Müslümanları “cumhuriyet ile barıştıracağı” için!
Bir yanda Mehmet Kutlular. 17 yaşındaki kızı dört yıl önce eroinden ölmüş. Depremi, “türban”ı vesile edip, Tanrı’yı en ilkel bir şekilde kullanmaya çalışıyor. Öte yanda Fethullah Gülen.
Son yıllarda, kamu önünde ağzından tek bir cumhuriyet karşıtı söz çıkmamış. Devlet büyükleriyle iyi ilişkiler kurmuş. Ordu dışında hemen tüm önemli kurumlarda önemli “mevziler” elde etmiş. ABD’nin “etkin” desteğini sağlamış. Görünüşte Atatürk’e ve cumhuriyete saygılı.
Ama tüm eğitim ağı ile, cumhuriyetin temellerini ağır ağır kemiriyor. Amacına ürkütmeden, acıtmadan ulaşma yöntemini seçmiş. Kutlular ve Gülen. İkisi de Nurcu.. İnançları ve amaçları aynı, yöntemleri ayrı. Hangisini seçersiniz? Kırk katırı mı, kırk satırı mı? Hakkındaki bilgilerimiz arttıkça, Sayın Gülen beni korkutuyor. Bay Kutlular’a ise gönülden teşekkür etmek istiyorum. En körlerin bile gözünü açmak konusundaki katkıları için! Tanrı’nın kullandıkları ile Tanrı’yı kullananları daha iyi ayırmamızı kolaylaştırdığı için!
Ahmet Taner Kışlalı suikastı ile ilgili akıllarda kalan soru
Türkiye – AB ilişkilerinin yumuşamasıyla beraber Türkiye’de kargaşa çıkartılmak istenmesinde ve Ahmet Taner Kışlalı’nın Uğur Mumcu suikastının faillerini bulmak için araştırmalar yapması ile faillerin bulunmasına az bir süre kala araştırmanın üzerinin örtülmesinde ve Ahmet Taner Kışlalı’ya düzenlenen suikastta 3 Kasım 1996 günü Susurluk ilçesi Balıkesir – Bursa karayolunda meydana gelen trafik kazası sonucu devlet – polis – mafya ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla patlak veren skandal ile birlikte giderek yaygınlaşan derin devlet yapılanmasının parmağının olduğunu söyleyebilir miyiz?